1990 ilkbaharı her yere yemyeşil doğmuştu, yepyeni umutlarla. Hakkari Yüksekova’ya bile. Tabiat dahi o bahar insafa gelmiş, üstünde ot bitmeyen kayalıklar yeşille kaplanmıştı sanki. İki aylık bir ayı yavrusu korkuyla başını inden dışarı uzattı. Gece yine ortalık cehennem yerine dönmüştü. Vızır vızır kurşunlar, bombalar, havan topları… Doğduğu günden beri annesi ve babası ne onun ne kardeşinin dışarı çıkmasına izin vermiyorlardı kim vurduya gitmesinler diye.
Oysa o kelebek kovalamak, çimlerde yuvarlanmak, şırıl şırıl akan derelerde yıkanmak istiyordu fakat, dışarıda anlayamadığı bağrış, çağrış, kan ve ölüm kokusu, ciddi bir savaş vardı. Baba avlanmaya çıkıyor ve çoğunlukla eli boş geliyordu. Kardeşinin de kendisinin de en çok sevdiği petek baldı. Bir kere tatmışlardı ve fedakar annesi bir lokma yemeden onların ellerine yüzlerine bulaya bulaya bal yemelerini zevkle seyretmişti.
O gün de sadece kapıdan dışarısı seyredilerek bitmişti işte. Bal getirmesi beklenen baba bir türlü dönmemişti. Hiç bu kadar geç kalmaz, hele karanlıktan önce mutlaka dönerdi. O gece bir gariplik olacağı belliydi.
Anne ayı iki bebeğine sarılmış, açlıkla, merakla, korkuyla bir öne bir geriye sallanıp duruyordu. Birden kıyamet koptu. Tüfek sesleri, bağrış, çağrış kıyamet… İnden içeriye yüzleri puşili, elleri tüfekli üç adam daldı. Göz gözü görmeyen küçücük inde altı canlı da sadece Korkunun Kokusunu duydular. Karanlığı annenin yavrularını korumak için çıkarttığı müthiş homurtu yırttı.
Sonrası… Kalaşnikof tüfeğin ardı kesilmeyen takırtısıyla taranan in, anne ayının taa Hakkari’den duyulan içler acısı çığlığı, dışardan askerlerin attığı el bombası, kan kokusu, çığlıklar, inlemeler.
Gün ağardığında inin en dibine sıkışmış iki aylık yavru ayı dehşetle paramparça olmuş annesi, annesinin kucağında kanlar içindeki kardeşi ve ölü üç adama bakıyordu. Gözleri yuvalarından fırlamış, tirtir titriyordu.
Şefkatle kucağına aldı yavru ayıyı Mehmet. Terhisine altı gün kalmıştı… “-Eee küçük kız, şu altı günü de Allah sağ salim geçirmemize izin verirse seni Ankaralı yapalım” dedi. Adını, Kürtçe “Öksüz Kız Çocuğu” anlamına gelen MEYVAN koydular.
Altı gün sonra Mehmet’in bindiği otobüsün bagajındaydı MEYVAN. O hain pusu yolda yakaladı Mehmet’i. Yola barikat kurulmuş, asker taşıyan otobüs ve eskortluk eden on Mehmetçik şehit olmuştu. Ertesi gün buldular şarampolde hala yanmakta olan otobüsün bagajının en dibinde korkudan büyümüş gözleriyle tir tir titreyen iki aylık ayı yavrusu MEYVAN’ı.
Mehmet’in cebinden çıkan, anasına yazdığı mektup bir vasiyetti aslında…
“Canım anam,
Ölürsem ağlama sakın. Senin bana verdiğin en büyük servet insanlık.
Benim sana bırakabileceğim tek miras oğlunun insan gibi davranması. Sana emanetimdir Hakkari dağlarının küçük öksüzü MEYVAN.
Sakın ağlama anam, VATAN SAĞ OLSUN.”
Yazıyordu yarısı kana bulanmış mektupta.
Meyvan’ın içinde bulunduğu tahta kutu Mehmet’in içinde bulunduğu tahta tabuttan tez ulaştı Ankara Şentepe’deki gecekonduya. Yaşlı kadın ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Oğlu şehit olmuş, ondan yadigâr hayatında hiç görmediği bir “canavar” yavrusu kalmıştı. Geceler boyu birbirlerine sımsıkı sarıldılar. Yaşlı kadın oğluna, MEYVAN anasına ağladı.
Hemen biter mi kötü kader öyle? MEYVAN’ı alışmakta olduğu yeni annesinin gecekondusunun bahçesinden çingeneler çalıverdiler bir gün. Kızgın saç üstünde dans ettirmeye çalıştılar. Bir ay sürdü bu işkence.
Bir gün Hayvanları Koruma Derneği’ne gelen bir telefonla haberdar oldum MEYVAN’dan. Batıkent’e gittiğimde çöp bidonuna zıplamaya çalışan ve boyu yetişmeyen ponpon kulaklı küçük ayı yavrusunu gördüğümde aşık oldum. Nereden çalındığını ve içimi dağlayan hayat hikayesini öğrenince iyice bağlandım.
1990 ilkbaharı her yere yemyeşil doğmuştu, yepyeni umutlarla. Hakkari Yüksekova’ya bile. Tabiat dahi o bahar insafa gelmiş, üstünde ot bitmeyen kayalıklar yeşille kaplanmıştı sanki. İki aylık bir ayı yavrusu korkuyla başını inden dışarı uzattı. Gece yine ortalık cehennem yerine dönmüştü. Vızır vızır kurşunlar, bombalar, havan topları… Doğduğu günden beri annesi ve babası ne onun ne kardeşinin dışarı çıkmasına izin vermiyorlardı kim vurduya gitmesinler diye.
Oysa o kelebek kovalamak, çimlerde yuvarlanmak, şırıl şırıl akan derelerde yıkanmak istiyordu fakat, dışarıda anlayamadığı bağrış, çağrış, kan ve ölüm kokusu, ciddi bir savaş vardı. Baba avlanmaya çıkıyor ve çoğunlukla eli boş geliyordu. Kardeşinin de kendisinin de en çok sevdiği petek baldı. Bir kere tatmışlardı ve fedakar annesi bir lokma yemeden onların ellerine yüzlerine bulaya bulaya bal yemelerini zevkle seyretmişti.
Önce Hayvanat Bahçesi’nin uygun olacağını düşündüm. Orada diğer ayıların parçalayacağını öğrenince vaz geçtim haliyle. Barınaklara götürüp bir kafese hapsetmeyi istemiyordum. O kadar küçük ve savunmasızdı ki; günlerce “Panda Bebek” gibi kucağımda gezdi. Parmaklarımı emiyor, geceleri uyurken sürekli sayıklıyor ve kabuslar görüyor, ağlayarak uyanıyordu.
Artık büyümeye başlamıştı. Barınaklarda ona bir kafes ve küvet yaptık. Bir gün bir punduna getirip kafesinden kaçmış ve köye gitmiş. Fırının camına burnunu dayamış, sıcak ekmekleri seyrediyormuş… Bir baktım önde MEYVAN arkasında eli kazmalı, kürekli, tüfekli köy ahalisi “köye canavar indi” diye küçücük kızı kovalıyorlar. Koşup kucağıma attı kendini. Getirip kafesine koydum ve bir daha asla oradan çıkmadı.
Altı yaşındaydı, bir sabah yanına gittiğimde “Uuu uuu” diyerek sırtını döndü ve bana omuzunun arkasını gösterdi. Önce anlayamadım, dikkatlice bakınca kurumuş kanı gördüm. Veteriner çağırdık. Yapılan muayenede gece bir takım sapık ruhlular tarafından vurulduğunu anladık. Allah’tan saçmalar yağ dokusuna isabet etmiş ve alınmasına gerek yokmuş. Meyvan altı yıldır vücudunda saçmalarla yaşıyor. Yaraları zaman içinde iyileşti ama yüreğinin acısı hiç geçmedi. O günden sonra da insanlara güvenini yitirdi küçük öksüz kız MEYVAN.
MEYVAN şu an yirmidort yaşında. Insanların kendisini neden sevmediklerini, her fırsatta neden ona zarar vermek istediklerini anlayamadan yaşıyor. Oysa o kadar güzel ve sevimli ki. Normale göre biraz tombul. Diğer boz ayılardan farklı olarak sarışın. Röfleli gibi tüyleri, iri düğme gibi ışıl ışıl gözleri ve bebekliğinden beri onu daha da sevimli yapan kocaman pompon kulakları var.
Ayı olarak tek tanıdığı; sevgi dolu ailesinin parçalanmış, kanlar içindeki cesetleri. Doğaya bırakılması mümkün değil çünkü iki aylıkken gördüğü kelebekleri bile artık tanıması için çok geç. Avlanması, kendini koruması annesi tarafından da öğretilmediği için, bu yaştan sonra mümkün değil.
MEYVAN’la, ben ve pek çok kişi AYI kelimesinin hakaret değil iltifat olduğunu öğrendik. Bir kere son derece temiz ve titiz. Saçlarını şampuanla yıkıyor. Yıkandıktan sonra havluyla kurulanıyor. Coca Cola’ya bayılıyor ve başka marka meşrubatları refüze ediyor. Petek balı elinin üstüne koyup, tırnaklarını bıçak gibi kullanıp, parçalara ayırıyor ve yine çatal gibi kullandığı tırnağına takarak yiyor. Kafesindeki pislikleri bir kenara topluyor, işçi temizlemekte gecikirse, tek tek işçinin kafasına atıyor. İşçiyle güreş yapmak için yalvarıyor ama vurulma olayından sonra ne yapacağı pek belli olmadığından kendine güreşmek için arkadaş bulamıyor. Traktör lastiği salıncağında sallanmayı, hulahop çevirmeyi çok seviyor. Hele sırtını kaşıtmaya bayılıyor..
MEYVAN’ın, hayvanat bahcelerindeki ayilardan cok daha geniş bahçesinde ve yüzme havuzunda hayatının geri kalan sayili günlerini mutlu geçirmesini diliyoruz.
Gamze ERKÖK NEER